Sunday, November 15, 2015

PARİS SALDIRILARININ ARDINDAN: BATICI VE İSLAMCI ÖZCÜLÜKLERİN TUZAĞINDAN KURTULMAK

PARİS SALDIRILARININ ARDINDAN: BATICI VE İSLAMCI ÖZCÜLÜKLERİN TUZAĞINDAN KURTULMAK

Yayınlandığı Yer: T24, 17 Kasım 2015

http://t24.com.tr/yazarlar/hakan-yilmaz/paris-saldirilarinin-ardindan-batici-ve-islamci-ozculuklerin-tuzagindan-kurtulmak,13245


Paris'te 13 Kasım’da onlarca sivil insan IŞİD militanları tarafından restoranlarda, sokaklarda, konser salonlarında bombayla, silahla öldürüldü. Bu saldırının IŞİD'in hangi taktik, stratejik, kısa vadeli, uzun vadeli amacına hizmet ettiği uzun uzun tartışılabilir, tartışılıyor da. Ama, Fransa'da, Avrupa'da, ABD'de, Türkiye'de, Orta Doğu'da ve dünyanın başka yerlerinde daha derinde, daha popüler düzeyde Müslümanlığa ve Müslümanlara ilişkin kaygı, korku ve nefret duyguları üzerinden yürüyen bir tartışma daha var ve ilerideki gelişmelerin yönünü daha çok bu ikinci tartışma tayin edeceğe benziyor.

Bu ikinci tartışmanın bir kanadında bazı Müslüman aydınlar, din adamları var. Bunlar, ısrarla, İslam'ın bir barış dini olduğunu, şiddeti tasvip etmediğini, bir Müslümanın terörist olamayacağını söylüyorlar. İslam'ın "özünün" IŞİD olmadığını, Taleban olmadığını, El Kaide olmadığını, bunlar gibi baskıcı, şiddet yanlısı örgütlerin İslam'ın özünden bir sapma olduğunu iddia ediyorlar. Paradoks şu ki, Müslüman aydınlar ve din adamları IŞİD İslam'dan sapmadır dedikçe daha çok sayıda genç erkek ve kadın dünyanın her yerinden IŞİD'e katılmak için koşuyor, IŞİD'in emirleri doğrultusunda kendini patlatıyor, kafa kesiyor, insanların canına kıyıyorlar. Müslüman aydınlar ve din adamlarının bu noktadan sonra artık "bana Müslümanlar cinayet işliyor dedirtemezsiniz" anlayışını bir tarafa bırakıp, samimiyetle, ciddiyetle kendilerini, toplumlarını, diasporalarını sarsan, rahatsız eden bir özeleştiriyi geliştirmelerinin, suçu biraz da kendilerinde aramalarının vakti geldi, geçiyor.

İslam'ın ve varolan Müslüman topluluklarının hangi değerlerinde, hangi yorumlarında, hangi anlayışlarında nelerin insanları demokrasiye karşı, insan haklarına karşı, kadın haklarına karşı bu kadar köklü bir uzlaşmazlığa, düşmanlığa, şiddete yönelttiğini düşünmelerinin vakti geldi, geçiyor. Bütün suçu Batı'ya, kolonyalizme, emperyalizme yüklemeden, samimi, derinlikli, köklü bir toplumsal, siyasal, kültürel, ekonomik ve evet teolojik özeleştiri yapılmazsa, korkarım İslam dünyası ve Müslümanlar dünyada hızla azalmakta olan itibarını iyice kaybedecek ve dünyanın geri kalanının gözünde sadece başedilmesi gereken bir tehdit unsuru olarak algılanacaktır. Ne yazık ki hızla bu noktaya doğru geliyoruz.

Tartışmanın diğer kanadında da bazı Batılı aydınlar, düşünürler var. Bunlara göre Paris’deki IŞİD eylemleri gibi eylemler Batı medeniyetine dahil olmayan, Batı'ya ve onun değerlerine düşman, "barbar" bir İslam anlayışından, bu anlayışın özünü yansıtan bir ötekileştirme, gayriinsanileştirme, şiddet, yıkım, öldürme potansiyelinden kaynaklanıyor. New York'daki 11 Eylül saldırılarından sonra da İslam'a ilişkin çok benzer bir söylem hemen yaygınlaşmış ve Amerikan yönetimi katında da neredeyse resmi söylem haline gelmişti. Bu söyleme göre Taleban, El Kaide, IŞİD gibi yapılar aslında İslam'ın yıkıcı, Batı'ya düşman "özünü" temsil ediyorlar. Ilımlı görünen bir Müslümanı bile "kazırsan" altından bir Taleban, bir El Kaideci, bir IŞİD'ci çıkar. Dolayısıyla, her Müslüman istediği kadar "ılımlı" ve "uyumlu" görünsün, potansiyel tehdit ve düşmandır ve sürekli gözetim altında bulundurulmalı, her zaman sadakatini ispat etmekle mükellef tutulmalıdır.

Paris saldırılarında askeri amaçlar için masum sivillerin hedef alınmasını İslam’a içkin bir barbarlık olarak gören Batılı düşünürlere sadece şunu hatırlatmak gerekir: çok değil bundan 70 önce, İkinci Dünya Savaşı sırasında, 1942’de İngiltere ve ABD “düşman sivil halkı demoralize etmek amacıyla” Almanya'da sivil hedeflerin savaş uçaklarıyla vurulmasını “yeni bir strateji” olarak benimsediler; bu “yeni strateji”nin fikir babalarından biri Winston Churchill’den başkası değildi. Churchill, bir konuşmasında, “Alman şehirlerine ağır bombardıman uçakları tarafından hiç bir ayrım gözetmeksizin yıkıcı, yokedici saldırılar yapılmasının” Alman halkını demoralize etmek, Nazi rejiminden koparmak için şart olduğunun altını çizmişti. Bu yeni strateji kapsamında, 1942 yazından başlayarak, İngiliz ve Amerikan savaş uçakları Köln, Hamburg, Dresden gibi Alman şehirlerine gece saldırıları düzenlemeye başladı. Bu hava saldırılarının sonunda onbinlerce sivil hayatını kaybetti. Askeri hedeflere erişmek, devletleri yıldırmak, sivil halkı demoralize etmek ve devletlerinden soğutmak amacıyla sivilleri öldürmenin insanlık tarihindeki zirve noktasını ise ABD’nin Hiroşima ve Nagasaki’ye attığı atom bombaları oluşturdu. Bu iki şehirde yüzbinlerce sivil bu bombalamalar sırasında hayatını kaybetti, bir o kadarı da bombalardan yayılan radyasyon yüzünden sakat kaldı, hastalıklara yakalandı.

Uzun lafın kısası, askeri amaçlar için “masum sivillerin hedef alınması” hiç de “İslam’a özgü bir barbarlık” değildir. Meseleyi böyle özcü terimlerle ortaya koyup, kendi yakın tarihine bile bakmayınca, sadece nefreti artırmakla kalır, karşı tarafı ikna etme gücünü de baştan kaybedersin.  Herkesin, ama en başta Müslümanlar üzerinde herhangi bir etkisi olan aydınların, düşünürlerin, takkeyi önlerine koyup düşünmeleri gerekiyor. Özcü yaklaşımlar kolaydır, basittir, rahatlatıcıdır, ama bir o kadar da yanlıştır. Karşı tarafı suçlayıp durmak kolaydır, basittir, rahatlatıcıdır, ama bir o kadar da yanlıştır. Zor olan, şu anda acıyı sen de çeksen, önce kendini suçlamakla, kendini eleştirmekle başlamaktır. Basitleştirmecilikten, kolaycılıktan, rahatlıktan sıyrılmanın çok güç olduğu açık. Bilişsel olarak güç; duygusal olarak daha da güç. Ama, başka bir çıkış yolu da yok.

Öngörüm ne yazık ki kötümser. Çok geri gitmeden, sadece 20. yüzyıldaki Avrupa tarihine bakınca şunu görüyoruz: Avrupa toplumları önce nefret ve ötekileştirme sarmalına kendilerini kaptırıp, biri çok derin (Birinci Dünya Savaşı), diğeri ondan da derin (İkinci Dünya Savaşı) iki dip noktayı gördüler. Birbirlerine yapabilecekleri kötülüklerin her çeşidini (kimyasal savaş, atom bombası, gaz odaları, soykırım, v.d.), her düzeyde yaptılar. Yapabilecekleri bütün kötülükleri tüketince, savaştan ve yıkımdan harap ve bitap düşünce, 1945’ten sonra iyi şeyler yapabilmek için harekete geçmeye başladılar. Bugün bile bu süreç ancak düşe-kalka devam ediyor. Düşe-kalka diyorum, çünkü, birbirlerine karşı yaptıkları kötülüklerle daha kolay yüzleşebilen Avrupa toplumları, sıra ötekine, Avrupalı olmayana gelince, o kadar da alicenap, o kadar da empatik olmadılar. Örneğin, birbirlerine karşı önyargılarını aşmak için yüzlerce “yüzleşme projesi” düzenlerken, eski kolonilerinden gelen halklara karşı, göçmenlere karşı, mültecilere karşı “birazcık ırkçı”, “azıcık dışlayıcı” olmakta, gerektiğinde höt-zöt yapmakta bir beis görmediler.

Bugün İslam dünyasında farklılığa saygı göstermek; siyasi, dinsel, toplumsal muhalefete tahammül etmek; kadın ve LGBT haklarını tanımak, genel olarak "özgürlük" konusunda ne bir atılımın, ne bir özeleştirinin izine pek rastlayamıyoruz.  Bazı Orta Doğulu ve Batılı yazarlar, İslam dünyası için olsa olsa hak ve özgürlüklerden arındırılmış, sadece seçime indirgenmiş, adına da "illiberal demokrasi" (haksız-özgürlüksüz demokrasi) dedikleri şeyin en uygun, en uygulanabilir demokrasi biçimi olduğunu iddia ediyorlar.  Bu "illiberal demokrasi" fikri Batı'nın önemli düşünce kuruluşlarında da revaç bulmaya başlayan bir kavram.  Haklar ve özgürlükler konusunda belli bir mesafe katetmiş Müslüman ülkelerde bile demokrasinin liberalinden illiberaline doğru serbest düşüşlere tanık oluyoruz.  Demokrasi serbest ve adil bile olmayan seçimlere indirgeniyor, hak ve hukuk boyutundan arındırılıyor.  Batıda özellikle IŞİD saldırılarından sonra belirmeye yüz tutan banal oryantalizm ve yeni sağcılık kitleselleşir ve kök salarsa, o zaman herkes bu düşüşleri normal karşılayacak, “Müslüman bir ülkede olsa olsa bu kadar demokrasi olur!” diyecek.  İşin kötüsü, Müslümanlar da normal karşılayacak, “Bizde ancak bu kadar demokrasi olur!” diye. Veya, daha da kötüsü, “Aman, IŞİD olmayalım da illiberal demokrasi olalım, ona da razıyız!” noktasına gelecek insanlar.  IŞİD gibi örgütlerin varlığı, bu anlamda, İslam dünyasında IŞİD gibi olmasa da yine de baskıcı, hukuksuz rejimleri de meşrulaştırıyor, hem kendi halklarının, hem de dış dünyanın gözünde.  Otoriter, hak-hukuk tanımayan rejimler "IŞİD gibi olmadıkları" için ehven-i şer muamelesi görüyorlar.

Peki, Müslüman dünya bu sorunları nasıl aşabilir?  Müslüman dünya, dinsel değerlerle demokrasiyi, hakları, özgürlükleri teolojik düzeyde ve pratik hayatta nasıl uzlaştırabilir?  Önemli bir mesele “sınır” meselesidir.  Siyasal İslam, ister iktidarda, ister muhalefette olsun; ister Selefilik gibi nisbeten katı, ister İhvan gibi nisbeten yumuşak yorumlarıyla olsun, demokrasiyi, insan haklarını ve özgürlüklerini,  özellikle de kadın haklarını günümüz dünyasının saygın uluslararası kurumlarınca (örneğin, Avrupa Konseyi, Birleşmiş Milletler) kabul edilen anlam ve kapsamında benimsemekte zorlanıyor; siyasal tahayyülünü bu hak ve özgürlüklerin çizdiği seküler sınırların içine sığdırmakta isteksiz davranıyor; teolojik tasavvurunu bu hak ve özgürlükleri din açısından meşrulaştıracak şekilde yeniden yorumlamakta sorunlar yaşıyor.  Tam tersine, birisi bir sınır çizdikçe, IŞİD gibi akımlar çıkıp o sınırı berhava edecek, daha da ikna edici bir teolojik yorumu anında getirebiliyorlar.  Üstelik, IŞİD gibi akımlar hem dini referanslarla dünyayı açıkladıkları, hem net bir ceza ve ödül sistemi önerdikleri, hem de karmaşık olaylara son derece basit, kolay anlaşılır dini yorumlar getirdikleri için özellikle Batı dünyasında kendisini fikren sıkışmış, ahlaken dışlanmış, estetik olarak ötekileştirilmiş addeden Müslüman gençler arasında çok daha fazla rağbet bulabiliyor. 

Bu yazıda çarpışan iki özcülüğün, iki benmerkezciliğin, bir İslamcı, diğeri Batıcı, tartışmayı nasıl bir yere vardırmadığını, nasıl içinden çıkılmaz hale getirdiğini, nasıl çözüm olanaklarının önünü tıkadığını, nasıl kendi kendini tebrik etmekten ibaret olduklarını vurgulamaya çalıştım. Sanıyorum, göreceğiz yakında, Avrupa'da aşırı sağ partilerin "biz dememiş miydik!" diye ortaya çıktıklarını, İslamcı şiddetten fena halde korkmuş "küçük Avrupalıları" kendi saflarına çekmeye çalıştıklarını. Aynı şekilde, Müslüman dünyada, "İslam bu değildir, yok hayır budur, hayır hayır şudur!” şeklindeki son derece kısır tartışmanın da tepesi atmış Müslüman gençlerin kendilerine net cevaplar sunan, Avrupa'yı tir tir titreten IŞİD'e veya benzer örgütlere daha da çok katılmasını önleyememek bir yana, tam tersine teşvik edeceğini de ne yazık ki göreceğiz. Batı’daki ve Doğu’daki bu basitleştirmeci, karmaşıklıktan kaçan, benmerkezci, cahil ve gururlu, suçu daima başkasına atan, içe kapanmacı, kabileci "atmosfer" nasıl ortaya çıktı? Post-modernizm bize küreselleşme çağında, internet dünyasında büyük anlatılar kırılacak, sınırlar kalkacak, akıllar genişleyecek, kimlikler özgürleşecek, herkes bilgiye erişecek, kozmopolit ve melez kimlikler ortaya çıkacak dememiş miydi? Çok mu erken bu söz duvara tosladı diye karar vermek için?  Küreselleşmenin ve internet çağının kalıcı paradoksal sonuçlarını mı görüyoruz yoksa daha iyiye giden yolda geçici bir düşüş mü yaşıyoruz?

No comments:

Post a Comment

Comments are welcome // Yorumlarınız için teşekkürler