Thursday, November 19, 2015

SEN YOKTUN albümüm, müzik ve sanat üzerine Selin Nasi ile Şalom Dergi için yaptığımız söyleşi

SEN YOKTUN albümüm, müzik ve sanat üzerine Selin Nasi ile Şalom Dergi için yaptığımız söyleşi

Şalom Dergi, Kasım 2015, Sayı 50

http://www.gozlemkitap.com/urun-26017-salom_dergi_kasim_2015.html


Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi olan Prof. Dr. Hakan Yılmaz, alanında yurtiçi ve yurtdışında tanınan başarılı bir akademisyen. Boğaziçi Üniversitesi’nde verdiği derslerin yanı sıra, Avrupa Çalışmaları Merkezi’nin direktörlüğünü yapıyor. On parmağında on marifet, aynı zamanda yoğun tempoya bir de müzik kariyeri sığdırmayı başarmış.

Lise döneminde yarı zamanlı konservatuvar eğitimi de alan Yılmaz, 80’li yıllarda arkadaşlarıyla birlikte kurduğu Ezginin Günlüğü müzik grubunda, sözünü ve bestesini yaptığı şarkılara, sesiyle de can vermiş.
Bir süredir ara verdiği müzik hayatına Kadir Şan Tarhan ile beraber hazırladıkları, geçtiğimiz Eylül ayında Ada Müzik’ten çıkan “Sen Yoktun” albümüyle geri döndü. Biz de albümün hikayesini öğrenmek üzere kapısını çaldık. Bu kez müzisyen Hakan Yılmaz ile sanata bakışını ve müzik kariyerine dair planlarını konuştuk.

Klasik bir soru olacak ama müziğe olan ilginiz nasıl başladı?
Ben çok küçük yaşlardan beri müzikle iç içe büyüdüm.

Ailede müzisyenler var mıydı?
Benim hem ozanlığım, hem de müzisyenliğim içinde büyüdüğüm geleneksel kültürün bir ürünü.  Erzurum’da doğdum, hayatımın ilk on yılı orada geçti, ilkokulu orada bitirdim.  Annem ve babamın aileleri, Kafkasya’dan Kars’a göçetmişler.  Annem ve babam ise Erzurum’a yirmili yaşlarında, okumak ve çalışmak için gelmişler. 

Benim yaşadığım yerlerde müzik ve şiir hayatın 7/24 içindeydi. Bizim “gideyim de bir müzik dinleyeyim” dediğimiz şekilde değildi o zaman müzikle ilişkisi insanların.  Örneğin, “aşıklık” ve “destancılık” geleneği hala yaşıyordu.  Mesela, destancı, bir çeşit halk ozanıydı.  Bir evde biri öldüğünde bir destancıya gidilir, ölen kişiye ait karakter özellikleri anlatılırdı. Destancı da kendi prototip destanına anlatılan özellikleri katarak, sokak sokak dolaşıp, belli bir müzik eşliğinde ölen kişi hakkındaki destanını okurdu. Etrafında çocuklar toplanırdı, işsizler toplanırdı, onunla birlikte yürürlerdi, onu dinlerlerdi.  Yürüyerek şehri dolaşırdı destancılar. Çocukluğuma dair anıları düşündüğümde destanını okuya okuya yürüyen, bazen mesajını daha güçlü vermek için duran, sonra tekrar yürüyen destancılar aklımdan hiç çıkmaz.

Erzurum ve Kars, Türkçenin en derin konuşulduğu şehirlerdendi. Cumhuriyetle birlikte dilin homojenleşmesi, ulusallaştırılması güzel bir şey ama her dil aslında kendine has diyalektleri, ağızlarıyla vardır. Yöresel şivelere çok da düşmanlık etmemek lazım belki de. Bu post-modern çağın en güzel taraflarından biri bu ağızların ve diyalektlerin yeniden güzel bulunmaya başlanması.  Yöresel şiveler televizyon dizilerinde, sanatta, sinemada tekrar popülerleşmeye başladı.

Dil, aslında bize müziği ve poetikayı veren şeydir. Onun içinde müzik oluşuyor. Dilin içindeki doğal  tempo ve ritm, başlamalar ve bitirmeler, gidişler ve duraklar, haykırışlar ve sessizlikler, inişler ve çıkışlar bizim müziğimizde teknikleştirdiğimiz çatıyı oluşturuyor. Derin bir dilin içinde büyümüş olmamın bu yönden çok faydası oldu.

Ermenilerden kalma bir köydü baba-dedemlerin köyü, Kars’ta.  Annem beni ve kızkardeşimi yazları alırdı, o köye götürürdü.  Kars’ta da çok köklü bir Azeri-Terekeme kültürü vardı. Kahveye giderdiniz. Bir aşık ya da oraların deyimiyle aşuk, elinde bir sazla, saatler boyunca Köroğlu destanını okurdu. Anlatır, susar…Etraftan cevaplar gelir…Ben küçükken uyuduğumu hatırlıyorum, kahvede,bir sandalyede,kalabalığın arasında. Ama o aşukların dille, sesle dinleyenleri büyüleyen, avcunun içine alan performanslarını hiç unutamam.

Benim için müzikten önce ritm, tempo ve dil vardır. Dilin kullanımı, poetikası, derinliği, o dilin içiçe yaşadığı bütün diğer dillerin ve kültürlerin, işte Ermeni kültürünün, Fars kültürünün, Kürt kültürünün, Laz ve Gürcü kültürünün sütünü emerek onu Türkçenin içinde ifade edebilme gücü beni çok etkilemiştir. Babaannemin tarafında ise usta saz şairleri vardı. Onlar kültürel olarak daha Farisiydiler.  Müthiş bir doğaçlama şiir söyleme yeteneği olan bir büyük dayım vardı.  Mesela, karşısına geçip isminizi söyleseniz, size baka baka, sonu isminizle kafiyeli onlarca dizeyi peşpeşe söyleyecek bir poetik yeteneğe sahipti.

Gerçek anlamda müziğin içine doğmuşsunuz. Peki amatör müzik hayatınız nasıl başladı?
İlkokulu Erzurum’da bitirdim.  Harika bir ilkokul eğitimi aldım Kültür Kurumu İlkokulu’nda.   Bilimiyle, sanatıyla, çok kaliteli öğretmenleriyle gerçekten eşsiz bir okuldu.  Buradan sevgilerimi gönderiyorum oradaki tüm öğretmenlerime.

Galatasaray Lisesi’ni Erzurum’dan kazandım. Sekiz  yıl yatılı okudum. İlk yıldan sonra ailem de benim peşimden İstanbul’a göç etti. Böylece annem ve babam 30’lu yaşlarında ikinci defa göçmen oldular. Göçmenlik biraz salaklıktır, sarsaklıktır, korkaklıktır, hayata çok fazla katılamamaktır. Ben de öyle bir göçmen çocuktum: şaşkındım, sarsaktım, görgüsüzdüm, zayıftım ve oldukça yoksuldum.  Kendim gibi şaşkın şebelek, birbirimizin ailesinden utanmayacağımız diğer çocuklarla arkadaş oluyordum.  Göçmenliğin iki türlü etkisi oldu üzerimde. Birincisi, sizi biraz daha fazla gözlemci yapıyor arkadaşlarınıza göre. Herkes hayata doğal bir aidiyet duygusu içinde, daha rahat katılırken, ben bunları rahat yapamıyor, hayata istediğim gibi katılamıyordum.  Yaşadığınız yere doğal bir aidiyet duygusu hissetmeden orada yaşayabilmek, orayı anlayabilmek ve sevebilmek yeteneği, çok enteresan bir biçimde sosyal bilimi besleyen bir unsurdur. Hayatın hem içinde,hem dışında olma durumundan bahsediyorum.  Sosyal bilimdeki bir başarım varsa bunu göçmenlik durumuma, dışarılık deneyimime borçlu olduğumu düşünüyorum.

Müziğe başlamam ise lisedeki kol faaliyetleri sayesinde oldu. Kendimi önce lise halk müziği korosunda buldum. İyi hissettim müzikle uğraşınca kendimi.
O sıralarda, tabii, siyasi günlerden geçiyorduk. İşçi Kültür Derneği diye bir dernek vardı.  Dernek, şiddetten uzak, sosyalist sol bir çizgide idi. O derneğin korosuna katıldım. Devrimci marşlardan halk türkülerine kadar söylerdik.  Sonra 12 Eylül oldu.  O korolardan gelen Galatasaray Lisesi kökenli dört arkadaş - ben, Emin İgüs, Şebnem Tuncay ve Tugay Başar – ve Boğaziçi’nde okuyan Vedat Verter ile beş kişilik bir ekip olarak bu karanlık günlerde “Ne yapalım?” diye düşünürken, evlerde toplanıp, gayet mütevazı bir şekilde müzik yapmaya başladık. Ama nasıl bir formda devam edeceğimizi bilmiyorduk. 12 Eylül’ün bulutları dağıldıkça, zaman içinde, bir müzik grubu kurma fikri olgunlaştı. Uzun süre, çalışabileceğimiz bir yer aradık. Birçok kişiye gittik. En sonunda bir halk müziği üstadı olan Yavuz Top - buradan kendisine çok teşekkür ediyorum - bize Laleli’deki bağlama dershanesini açtı.

Çok ciddi çalışırdık.  Çoğumuz konservatuvarlıydık aynı zamanda. Konservatuvardan aldığımız çalışma disiplinini grup çalışmalarına da uyarladık. Ses açma egzersizleri, nota çalışmaları.  Bir süre sonra aramıza Emin İgüs’ün Türk Müziği Konservatuarı’ndan tanıdığı Nadir Göktürk katıldı.  Onu başka arkadaşlar izledi.  Derken, repertuarımızı tamamlayınca, 1983 yılının Mart’ında Mecidiyeköy’de, şimdi artık olmayan Hodri Meydan Kültür Merkezi’nde ilk konserimizi verdik. Bize merkezin kapısını açan rahmetli Levent Kırca’ydı. Levent Kırca’yı da bize mekanını açtığı için buradan rahmetle anıyorum.  Hakkını vermek gerekir; müzik yapan solcu gençlere yardım etmek o dönem için cesaret isteyen bir şeydi; bir çok sanatçı abimiz bu yardımı esirgemişti bizden!

Protest müzik mi yapıyordunuz?
Biz, hayatın her yönünü anlatmayı isteyen akıllı, birikimli, derinlikli çocuklardık. Protesto hayatın sadece bir yönünü verir. Protestonun dışında bizi hayata bağlayan yüzlerce başka küçük köprücükler vardır. Siyasetle sanatın ilişkisi de bu karmaşıklık içerisinde kuruluyor.  Protesto, insanın birine düşman olurken, kendisiyle hesaplaşmasını da kapsamalı.  70li yılların basitleştirici ideolojilerinden bıkmış olduğumuz için, bir sol damarımız vardı ama, solculuğun sanatsal ifade biçimlerinden çok hoşnut değildik. Yeni bir dilsel ve müziksel estetik arayışındaydık.  Derin ve kapsayıcı müziklerin peşindeydik.  Ezginin Günlüğü Türkiye’de bu arayışın içinde olmak için kurulmuştu.  Bugün ben hala aynı amacın peşindeyim.

Daha sonra uzun bir süre müziğe ara vermişsiniz...
Master ve doktora yapmak için Amerika’ya gelince, 1989’da, Ezginin Günlüğü’nden ayrılmak zorunda kaldım. Ben ayrıldıktan kısa bir süre sonra grup da dağıldı zaten.“Nereye gideceğiz?” çatışmasından ötürü.  Daha sonra, Nadir Göktürk’ün yönetiminde yine aynı isim altında ama tamamen yeni elemanlarla yeniden müzik yapmaya başladı.

Alanınız siyaset bilimi olduğu için sormak istiyorum. Siyasetin bize hayatı dar ettiği şu günlerden geçerken müziğin birleştirici gücünü nasıl görüyorsunuz? Hani Sezen Aksu’nun “O zaman şarkı söylemek lazım,” dediği gibi müzik bir tutkal olabilir mi?
Birincisi, Türk halkından umudumu kestiğim her zaman bir halk türküsü dinlerim ve o zaman tekrar umut dolarım.  Karacaoğlan, Hacı Bektaş Veli, Pir Sultan Abdal, Fuzuli, Nedim, Nazım Hikmet gibi ozanlar yetiştirmiş bir dilin sahiplerinden umut kesmemek gerektiğini düşünüyorum.

İkinci olarak, ben, siyaset ve sanat arasındaki ilişkiyi “Siyasetten bunaldık, biraz müzik dinleyerek avunalım, neşelenelim” şeklinde görmüyorum.

Hepimizin içinde küçük birer siyasetçi, küçük birer tüccar, küçük birer asker vardır. İçinde yaşadığımız kültür erkekleri içlerindeki bu karakterleri dışarı çıkarmaya teşvik ederken, kadınların zihnine de çok küçük yaşlardan itibaren bu tür asker, tüccar, siyasetçi tipi erkekleri beğenmelerini işler. Bunlar binlerce yıllık patriarşik kodlarımızdır.

Sanat ve müzik bu kültürel kodlar dışında senin özünü, ruhunu,varoluşunun derin boyutlarını bulmanı sağlar. Bunun ne olduğunu sanat sana tarif etmez. Çünkü kişiden kişiye değişkenlik gösterir. Sanat bize bunu keşfettirebildiği ölçüde, bizi içimizdeki küçük siyasetçinin, küçük askerin, küçük tüccarın üzerine çıkararak ruhumuzun derinliklerindeki özlerle buluşturduğu ölçüde çok temel bir dönüştürücü işlevi yerine getirir.

Müzik, bir bakıma Melek İsrafil’in mahşer gününü haber veren suru gibidir. Güzel bir müzik dinlediğimizde, o, bize şöyle der: “Ey insan uyan! Kendine bak! Yalnızsın. Ne anan var, ne baban var; ne paran var, ne pulun var. Kim olduğunu düşün!” der. O çırılçıplaklık içinde, yapayalnızlık insanı kendi özünü, varoluşunun manasını düşünmeye davet eder. Sanat asla küçük bir siyasi mesajın taşıyıcısı olmamalıdır.  O küçük, çıkarcı mesajların çok ötesinde, sanat insanın özünü, ruhunu bulması için açılmış bir kanal olmalıdır. Arındırıcı bir güçtür sanat. Benim sevdiğim ve yapmak istediğim sanat böyle bir şey.

Albümdeki parçalara gelirsek...Aslında her biri bir yap-bozun parçaları gibi birbirini tamamlıyor. Önce ismine baktım albümün:“Sen Yoktun.” Parçaları dinledikçe, sanki her şarkıda, müzik alt yapısında kullanılan birbirinden farklı enstrümanlar ve ezgilerle, dinleyiciyi farklı bir yöreye taşıyor; ve orada muhtemelen kaybedilmiş o sevgilinin izini sürerken, aynı zamanda o sevgiliden bir parçayı gittiğiniz yerlere de taşıdığınız hissini uyandırıyorsunuz. Dinleyiciyi bir yolculuğa çıkarıyorsunuz adeta.
Çok doğru yorumlamışsın...

Ayrıca albümdeki tüm şarkı sözleri size ait...
Tüm şarkı sözlerini ben yazdım.  Bestelerin de üçü bana ait. Altısı Kadir Şan’a, biri de Haji Khanmammadov’a ait.  Tüm düzenlemeleri de Kadir Şan Tarhan yaptı.

Peki, sözler kalemden dökülünceye kadar geçen süreçten bahsedebilir misiniz biraz? Sanatçı nasıl üretir, hep merak edilir...
Bir kısmı Kadir’le çalışırken çıktı.  Kadir, bir melodiyi gitarla çalmaya başladığında, o melodinin ritmi, yapısı bazen bir kelime, bazense bir cümle getiriyor aklıma. Mesela “Karadeniz akıyor” öyle çıktı. Sonra, o ilk sözlere bir şeyler eklemeye başlıyorum ve süreç içinde şarkı ortaya çıkıyor.   

Bazen de söz ve müzik aynı anda geliyor aklıma. Mırıldanarak.  Arabada giderken.  Hemen kaydediyorum. Onun üzerine eklemeler yaparak, geliştiriyorum. Siz, iyi niyetli, sağlıklı, algılarınız açık ve arayış içinde olduğunuz zaman, daha rahat dökülüyor kelimeler. Ama her gün o mağaraya gidip, kendi kendinizle baş başa kalmanız lazım. Bekleyeceksiniz.

Gizli bir şiir defteriniz de vardır o zaman...
Var. Gizli değil; şiirlerim var. Yayınlayacağım zaman içinde.

Demin albümle ilgili yap-boz örneğini verdim. Hikayenin ucunu açık bırakmışsınız. Acaba bir sonraki albümde mi cevap gelecek?
Şu anda  Sen Yoktun’daki şarkıların farklı yorumları üzerinde çalışıyoruz. Bir tür “Sen Yoktun akustik” çıkıyor ortaya.  Bunlara ek olarak, benim Ezginin Günlüğü zamanında söylediğim halk türkülerinin bir kısmını da içeren yaklaşık yirmi şarkılık bir konser repertuvarı hazırlamaya başladık.  Sen Yoktun’daki bazı parçaların akustik versiyonlarından ve eskiden söylediğim bazı türkülerin yeni yorumlarından oluşan şarkıları da yeni bir albüm olarak çıkarmayı düşünüyoruz.  Bunun yanında benim sözlerini ve müziklerini hazırladığım, düzenleme ve icra aşamasında olan yaklaşık yirmi adet bestem var. Onları da iki albümde ortaya çıkarmak istiyorum.  Şiirlerimi ayrıca yayınlamayı düşünüyorum.  Önümüzdeki beş yıl için sanat alanındaki hedeflerim bunlar.  Bunları gerçekleştirmeye çalışacağım, tabii eğer Yukarıdaki başka planlar yapmıyor ise(!).


Öyleyse sizi tekrar konuk edeceğiz...

No comments:

Post a Comment

Comments are welcome // Yorumlarınız için teşekkürler